Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin yeniden kodlanması zamanı


Birliğin temelini teşkil eden Avrupa Ekonomik Topluluğu 1958’de kurulmuş, Türkiye ortaklık başvurusunu, 1959 Temmuzu’ nda gerçekleştirmiştir. AET Bakanlar Kurulu, koşullar sağlanıncaya kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanmasını önermiş ve Ankara Anlaşması 1963 yılı sonunda imzalanmıştır. Anlaşmanın 28. Maddesinde; nihai amacın “Türkiye’nin tam üyeliği olduğu” açıkça belirtilmiştir. Buna göre, hazırlık-geçiş-nihai dönemlerden oluşacak üç aşamalı bir yol haritası benimsenmiştir. 1973 yılında hazırlık aşaması tamamlanmış ve 1996 yılından intibaren yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması ile geçiş dönemi de sonlandırılarak, tam üyelik kulvarında nihai  aşamaya geçilmiştir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecindeki son aşama; YİRMİBEŞ YILLIK bir zaman diliminde, olumlu ve/veya olumsuz biçimde, henüz tamamlanamamıştır.

İkili ilişki ve müzakerelerin, geçen seneler ve kuşaklar boyunca yaşanan gelişme ile değişmeler temelinde adeta “şakülünün kaydığı; orijinal mana ve duruşunu kaybettiği” ni, herhalde taraflar kabul etmek durumundadır. Bir yerde, “planlı süreç” özelliğini yitirmiş bu gidişatın ortak vebal ile sorumluluğunu üstlenerek, bundan sonrası için gerçekçi ve ulaşılabilir hedeflere birlikte yönelmek en akılcı çözüm olarak karşımıza çıkmaktadır.

Avrupa Birliği, Kıbrıs Rum kesimini tam üyeliğe kabul etmekle birlikte, temel ilke ve kabullerini ihlal etmiş olduğunu ve “fabrika ayarlarını bozmuş bulunduğunu” anlamalı ve sorgulamalıdır. Türkiye’nin her aşamada önünü keserek, “ çekince ve engel koyma” bürokratik cinliğine ve Kıbrıs Rum kesimi-Yunanistan kaldıracını kullanma manevralarına başvurmaktan vazgeçilmelidir.

Avrupa Birliği’nin; bu “uluslar-üstü birlikte yaşama kurgu ve iradesinin”, Avrupa’nın asli bir üyesi olmak için onay ve icazetine ihtiyacı bulunmayan Türkiye’ ye karşı duruş ve politikalarını adeta silkinerek yeniden tanımlamasına acil ihtiyaç bulunmaktadır.

Her bakımdan yetersiz ve haksız yapılanmaların öne çıktığı Gümrük Birliği Anlaşması’nın revize edilmesi; yeniden masaya yatırılması sürecinin başlatılması, “dejenere olmuş” ilişkinin yeniden rayına oturtulması bakımından atılacak en kritik adımı oluşturmaktadır.

“ Karar sürecinde sözü olmayanın; uygulama sorumluluğu ile yüklenmesi” fiilinin; Avrupa’nın etik ve düşünsel kökenini oluşturduğu düşünülen DEMOKRATİK yaklaşımların neresinde yer aldığını samimiyetle sorgulanması gereken bir zamandayız.

Avrupalı liderlerin; mesele Türkiye olduğunda “iyi polis-kötü polis standart senaryo ve taktiği” nin ötesinde ve üzerinde, çok daha tutarlı ve hakkaniyetli tavır ile politikaları öne çıkarmalarını beklemek hakkımızdır.

Türkiye’yi; insan hakları, demokratik uygulamalar gibi “soft (yumuşak) unsurlar” üzerinden değerlendiren Avrupa Birliği’nin, yüzbinlerle ifade edilen göçmen akımının yönetimi başta olmak üzere “hard (sert) unsurlara” başarıyla vaziyet eden Türkiye gerçeğini ıskalama gibi bir hakkı bulunduğundan bahsedilemez.

İkili-dual her ilişki ve süreçte olduğu gibi, Türkiye tarafının da tazelenmiş ve gerçekçi bir yaklaşımla politika ve uygulamalarını gözden geçirmesi ve gerekenleri süratle yerine getirmesi de elzemdir. “Parmak sallayarak; haksızlık teranesini sürekli tekrarlayarak” mesafe alma şansımız yoktur.

Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri; son AB zirvesinde yayınlanan bildiride yer alan ve herhalde “AB bürokratı(Eurocrat)” ikircikliğini yansıtan şu basmakalıp ifadelere hapsedilmemelidir:

“ Türkiye ile ilişkiler; kademeli, orantılı ve geri dönülebilir şekilde sürdürülecektir”.

Altmış yılı aşan ve birden fazla kuşağı eskiten bir ilişki, daha samimi duruş ve sözleri hak etmiyor mu?!

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*